7. Kıta Hepimizin Eseri
İçinde yaşadığımız dünyanın yeni bir jeolojik çağa girdiği konusunda pek çok bilim insanı hemfikir. Antroposen adı verilen bu yeni çağın en belirgin özelliği ise, ona jeolojik faaliyetlerden ziyade insan faaliyetlerinin yol açmış olması. Antroposen’de gezegenin insan eli değmemiş köşeleri gitgide azalırken, yerleşim merkezleriyle diğer canlıların paylaştığı kırsal arasında var olduğuna inanılan kültür-doğa ayrımı da ortadan kalkıyor. Dünya, şehirlerin tek bir megapolde birleştiği, merkezi olmayan, tamamen insan üretimi bir mekâna dönüşüyor. Canlılar ile makinelerin, doğal ile yapay zekânın iç içe geçtiği bu çağda ise sanat, giderek insanı merkezine almaktan vazgeçerek yönünü insan ile insan-olmayan arasındaki sınırın geçirgenleştiği bir dünyayı araştırmaya doğru çeviriyor.
Yedinci kıta, sanatı, insanın etkilerini, takip ettiği yolları, bıraktığı izleri ve insan-olmayanlarla etkileşimini araştıran bir antropoloji olarak tanımlıyor. Bienal ana başlığını, antroposen çağının küresel ısınmayla birlikte en gözle görünür sonuçlarından biri olan, pasifik okyanusu’nun ortasındaki devasa atık yığınından alıyor. Popüler bilimdeki adıyla “yedinci kıta”, 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde, 7 milyon ton ağırlığındaki bir plastik yığınından meydana geliyor. İnsan atıklarının okyanusun ortasında dünyaya yeni bir kıta kazandırdığı bu olay, 16. İstanbul bienali için ekolojik sorunlar karşısında sanatın güncel durumunu pek çok sanatçı, düşünür, antropolog ve çevreci ile birlikte araştırmak için bir çıkış noktası oluşturuyor.
Bugünün dünyasında sanatın amacını düşündüğümde antropolog tim İngold’un “antropoloji içinde insanlar olan felsefedir” deyişi geliyor aklıma. Artık izleyiciyi de içeren bir antropoloji olarak sanatın, alternatif veya geçici toplulukları, hatta tek kişilik kabileleri kucakladığı söylenebilir. Konu geçmiş olduğunda ise sanat, walter benjamin’in sözleriyle “yitirilmiş” veya alternatif tarihlerin bir arkeolojisi halini alır.
Dünya giderek moleküllerine ayrılırken antropoloji ile sanat artık eskide kalmış sosyolojik, etnik, cinsel veya politik kitle sistemlerinin uğradığı tahribatı gözler önüne seriyor. Bütün ulus-devletler sürekli bir yeniden yapılanmaya yol açacak şekilde içlerinde altkültürleri, mikro-kültürleri, dışarıdan gelen akışkan tekillikleri, göçleri ve kültürel yeniden tanımlamaları barındırıyor.
Egemen ekonomiyle içinde yaşadığımız çevre arasında doğrudan bir bağ kuran antroposen (veya, daha doğrusu kapitalosen) çağına girerken, günümüz antropolojisi, yalnızca insan türünü merkeze alamaz. Bu merkezsiz dünyada antropoloji de sanat da bakış açılarının çokluğuyla yakın temas halinde olmak ve batı’nın “ilerleme” vizyonunun ötesine geçerek, viveiros de castro’nun terimiyle gerçek bir “perspektivizm” icat etmek zorunda.
Merkezden yoksun bir mekân neye benzerdi peki? Claude lévi-strauss, daha 1960’larda, beşeri bilimlerin mutlak hedefini insanı “çözeltmek” olarak görmüştü. Altmış yıl sonra bugün, antropoloji de güncel sanat da artık kanonik batı geleneğinden gelen doğa ve kültür ayrımı fikrinin sona erdiğini kabul ederek hayvanları, bitkileri, mineralleri ve makineleri kucaklıyor: kültürü doğaya, doğayı ise kültüre geri kazandırıyor. İnsan eylemlerinin doğaya etkisi her şeyin birbirine bağlı olduğu bir dünya yaratırken, antroposen fenomeni de elbette bu farkındalığın oluşmasında rol oynadı. Sanat, insan ile insan olmayanı birbirine bağlayan küresel yaşamın antropolojik bir araştırmasına dönüştü.
Ansızın kendini tanımadığı bir toplumun içinde bulan bir antropoloğa benzeyen izleyicinin gözünde, her sanatçı “yabancı” ya da “yaban” olarak değerlendirilebilir. Sanat, bu iki yabancının karşılıklı tozlaşabildiği yegâne bölgedir. “Yabanbilim [zenoloji]” derken kastettiğim de bu: gerçekliği tanımlarken ötekiliklerin, tekilliklerin ve başkalıkların çeşitliliğine –hatta genişletilmiş, neredeyse moleküler bir çeşitlilik fikri gibi tahayyül edilen yenilenmiş bir “egzotizm” anlayışına başvurmak. Yaban(cılığı) ve farkı fetişleştirmeye kaçmadan ama.
Antroposen’in en görünür sonuçlarından biri, “yedinci kıta” adı verilen devasa atık yığının oluşumu oldu: 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde yer kaplayan, 7 milyon ton ağırlığında yüzen plastik. Yedinci kıta, merkezsizleşmiş bir dünyanın antropolojisi ve çağımızın bir arkeolojisidir. Günümüzün sanatsal üretimini, bilindik kıtalarla devasa yapıların çok uzağında yer alan bir farklılıklar takımadası ve çoklu evren olarak sunar. Yedinci kıta, sanatı insanın etkilerini, takip ettiği yolları, bıraktığı izleri ve insan olmayanlarla etkileşimini araştıran moleküler bir antropoloji olarak tanımlar.
Nicolas BOURRIAUD
Küratör, 16. İstanbul Bienali
7. KITAYI 8 HAFTADA 451 BİN KİŞİ GEZDİ
Farklı büyüklükte ve sayıda işin sergilendiği onlarca odanın yer aldığı müzede en dikkati çekenler arasında Feral Atlas Collective, Simon Fujiwara – Dünya Çok Küçük, En Man Chang – Temelsiz Toprak / Ljavek Üçlemesi, Radcliffe Bailey – Nommo sayılabilir.
Feral Atlas Collective (Yabanıl Atlas Kolektifi) ise insanların kurduğu altyapıların hesaplanmamış etkilerini incelerken antropesen’in süreçlerine tanıklık ediyorsunuz. Henüz tamamlanmamış çalışmanın görsellik içeren bu küçük parçasında, plantasyonlar, fabrikalar gibi yapıların bir süre sonra atıl duruma düşerek etrafa tehlike saçmasını izliyorsunuz.
Bienal’in belki de en ilginç çalışmasına Simon Fujiwara imza atıyor. İstanbul yakınında lunapark ekipmanı imalatçısının çöp tenekesinde bulduğu yıpranmış pop figürlerinden yola çıkarak hazırladığı minyatür şehir, ziyaretçilerin büyük ilgisini çekiyor. Yarattığı figürler ile lunapark eğlencesi sunar gibi gözükse de kapitalizmin nasıl fayda sağladığını anlatıyor.
En Man Chang’in Temelsiz toprak çalışması ise önceki bienallere konu edilen Sulukule’nin kentsel dönüşüme uğraması ile paralellik taşıyor. 1950’lerde Tayvan’ın işçi açığı nedeniyle bulundukları bölgeden kent merkezine taşınan ve orada inşaatlarda çalışırken kendine has eğreti evlerden oluşan bir banliyö yaratan Balasasau ailesi’nin daha sonra yerel yönetim tarafından bulundukları bölgeden çıkarılmasını işleyen video ve enstalasyondan oluşmaktadır.
Bienalin belki de en hüzünlü çalışmasına Radcliffe Bailey imza atıyor. Avrupalıların köleleştirdikleri Afrikalıları Batı’ya götürmek için bindirdikleri ahşap gemilere gönderme yapan Bailey, gemiyi andıran alçak kaideler üzerine Afrikalıları temsilen çeşitli şekilde yerleştirdiği yedi figüre, çalışan işçilerin konuşmaları ve okyanus dalgalarının sesleri eşlik ediyor. Bienal, 10 Kasım’a kadar gezip görecek, keşfedecek çok fazla sanat eserini bize vaat ediyor.
Sualtı Hayvanları İçin Gürültüden Kaçış Yok
Üç ana mekana yayılan bienalin en çarpıcı işlerinden biri Feral Atlas (Yabanıl Atlas) Kolektifinin online ortamdan ilk kez bir sergi alanına taşıdığı çalışması.
İnsan faaliyetlerinin ölümcül sonuçlarına odaklanan çalışmada, doğaya verilen geri dönüşü olmaz tahribatın raporlamalarını görüyor, dinliyor ve okuyorsunuz. Sanatçılar, bilim insanları, mimarlardan oluşan bir kolektif olan Feral Atlas’ın işi, insanların ön görmediği vahşi olaylar ve distopik öğelere odaklanıyor. “Hayvanlar için sualtı gürültüsünden kaçış yok” bölümünde sualtındaki insan eliyle yaratılan gürültü kirliliğini dinleyebiliyorsunuz.
Eloise Hawser ise çalışmasında çöp boşaltma, atık tesisleri üzerinden atığın tescillenmesine odaklanıyor. Atıklar ya yakıta dönüşüyor ya da 7. Kıtayı büyütecek atıklara… Çöpün kapital düzendeki yolculuğu üç ana ekrandan izleyiciye sunuluyor.
KÜRATÖR BOURRIAUD: “YENİ DÜNYA’NIN OLUMSUZ ARKA YÜZÜ”
“Yedinci Kıta, yağmur ormanlarının yandığı ve plastik moleküllerinin okyanusları doldurduğu, içine girdiğimiz yeni dünyanın adı,” diyen küratör Nicolas Bourriaud Yedinci Kıta imgesinin artık herkes için fazlasıyla tanıdık olduğunu söylüyor:
“Sanayi atıklarından görünmez olan okyanusların, plastik torbaların ve kulak temizleme çubuklarının arasında yüzen balıkların ve diğer deniz canlılarının imgesi. Ama 16. İstanbul Bienali, bu kıta düşüncesini ciddiye almak ve bu kaypak alanı insanların ve insan haricindeki varlıkların mecburen bir arada var olduğu, henüz keşfedilmemiş bir arazi olarak değerlendirmek niyetinde. Bir zamanlar Avrupalı yerleşimcilerin göklere çıkardığı “yeni dünya”nın olumsuz arka yüzü bu. Zor kullanılarak istila ve işgal edilecek bir kıta değil, tam tersine, neredeyse bizim ruhumuz duymadan, bizim yaşam ve üretim biçimlerimizden doğmuş, bizim eserimiz olarak kurulmuş bir millet. Toplumlarımızın aynadaki sureti olan yedinci kıta, yaşamak istemediğimiz, reddedip attığımız şeylerden oluşmuş bir ülke.”
Küratör, bugün (10 Eylül 2019) gerçekleşen basın toplantısını Werner Herzog’un 1982 tarihli “Fitzcarraldo” filminden bir kesitle açtı. Filmdeki 300 tonluk buharlı gemiyi karadan yürüterek tepeyi aşırtma sahnesine referans veren Bourriaud, aşırı gururlanma ve güç zehirlenmesinin izlerini bienalde göreceğimizi söylüyor.
İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer ise, “İklim krizinin tartışmasız bir gerçek olduğu, insanların yaşam biçimlerini, üretim ve tüketim sistemlerini temelden değiştirmek zorunda oldukları bir zamandayız. Tüm bu acil tartışmalar içinde sanatın farklı perspektifler sunması, alternatif gelecek hayalleri kurması kaçınılmaz” diyor.
Simpsonlar’dan Mickey Mouse’a
Günümüzün eğlence anlayışını eleştiren iki çalışma da İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde görülebilir.
Biri Londralı sanatçı Simon Fujiwara’nın İstanbul’daki lunapark üreticisinin çöplüğünden çıkan pop ikonlardan hareketle yarattığı bir dünya. “Dünya Çok Küçük” adlı eserde Mickey Mouse’tan Bart Simpson’a Batman’in Joker’inden yaratılan minyatür bir dünya görüyoruz. Karakterler ya tapınakların ya da hapishanelerin içinde. Fantezinin ve gerçeklerden kaçışın gündelik hayatımıza nasıl sirayet ettiği bu küçük dünyada görülebilir.
25 Ülkeden 56 Sanatçı
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, düzenlenen 16. İstanbul Bienali, 14 Eylül’de ücretsiz olarak kapılarını açıyor. Bienal, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin Tophane’deki yeni binasının yanı sıra Pera Müzesi ve Büyükada’da ziyaretçilerini ağırlıyor. 25 ülkeden 56 sanatçının 220’den fazla eserinin sergileneceği bienale, Türkiye’den 8 sanatçı katılıyor. Birbirinden farklı alanlarda çalışan sanatçıların bienal için özel olarak ürettiği 36 yeni eser de İstanbul’da ziyaretçilerini bekliyor. 16. İstanbul Bienali, sadece sergileriyle değil, farklı alanlardan isimlerin katılımıyla gerçekleştirilecek ücretsiz etkinlikleriyle de Yedinci Kıta başlığı üzerine düşünmeye davet ediyor.